Acının Dili Yok…
"Uyanmak mıydı bu, yoksa acının içinde yeniden doğmak mı?"
Erciyes Üniversitesi’nin soğuk, beyaz duvarları arasında, genel cerrahi katında gözlerimi araladım. Ameliyat sonrasıydı. Ne gündü, ne geceydi; zaman benden gizlenmiş gibiydi. Sadece ağrılar vardı. Adını bile koyamadığım, tarif edilemez bir sancının tam ortasındaydım. Karnım, içten içe patlamak üzere olan bir davul gibi şiş, gergin ve yabancıydı bana.
Odaya gelip giden intörn doktorlar, titrek gülümsemelerle aynı cümleyi tekrar edip duruyorlardı:
"Yürümeniz lazım, lütfen biraz kalkın."
Oysa ben, kıpırdayacak hâlde bile değildim. Sanki bedenimin her bir noktasına gizlenmiş yanardağlar, ufacık bir harekette lavlarını içime püskürtüyordu.
Annem, gözleri endişeyle dolu, başucumda duruyordu.
"Olur mu öyle kuzum, kalk biraz, yürü... Bak doktorlar da söylüyor, senin iyiliğin için," diye fısıldıyordu.
Ama içimde, bedenimi zapt etmiş bu cehennem ateşiyle ayağa kalkmak mümkün değil gibiydi.
Sanki hâlâ ameliyat masasında yatıyordum. Sanki kimse bana "bitirdik" dememişti de her şey hâlâ devam ediyordu. Uzanırken ellerimi vücudumda gezdirdim. Her yerimden sarkan kablolar, borular... Ne tarafa baksam, bedenimden yabancı bir şey çıkıyor gibiydi. Karnımın iki yanında, sonradan adının ‘diren’ olduğunu öğreneceğim, el bombasını andıran nesneler vardı. İdrarım için ayrı bir torba... Ellerimle dikiş bölgeme dokunduğumda bir başka torba daha...
Ağzımda, nefes almamı sağladığı söylenen, ama bana kalırsa beni boğan bir hortum vardı. İçinde bir sıvı fokur fokur kaynıyordu; her fokurda içim titriyordu.
Kolumda ise başka bir sancı: Yanlış yerleştirilmiş bir serum iğnesi, damar yerine acıyı enjekte ediyordu. Hemşirenin telaşla sardığı bandajlarla kolum mumya gibi sarılmıştı. O an içimden, “Galiba beni kefenlediler,” diye geçirdim.
Bir yandan da, çocukluğumun en saf duygusuyla, anneme seslenip duruyordum:
“Anne... cicim var...”
Anneler bilir. Ne anestezi, ne narkoz... O bilinç bulanıklığının içinde bile annemin sesi, elini omzumda hissetmem, en güçlü ilaç gibiydi. Yine de... idrar yapmak bile tarif edilemez bir acıya dönüşmüştü. Sanki bedenim bana küs, yaşamla bağım pamuk ipliğine bağlıydı.
İki kişilik odada, yalnızdım kendi içimde. Her şey çok uzaktaydı ama acı hep yanı başımdaydı.
Ve o an anladım: Bazen yeniden doğmak, öyle kolay olmuyordu.
Bazen her şey üst üste gelir. Ne yapsan olmaz gibi gelir insana. Umutların tükenir, yollar tıkanır, içinden bir ses “Bu iş olmayacak” der. İşte tam da o anlarda hatırlarsın: Seni bir damla sudan yaratan bir Rabbin var. Daha sen kendini bile bilmezken, O senin kaderini yazdı. O zaman anlarsın ki, her şeyin bir sahibi var. Her şeyin bir zamanı.
Böyle zamanlarda tevekkül etmek gerekir. Yani çabayı gösterip sonucu Allah’a bırakmak... Çünkü her şeyi kontrol edemez insan. Ama tevekkül, sadece oturup beklemek de değildir. Elinden geleni yaptıktan sonra, sonucu teslim etmektir aslında. Çünkü bazen başarısızlık da hayatın bir parçasıdır. Hayal kırıklıkları, denemeler, düşmeler, kalkmalar… Bunlar da bu yolun doğal duraklarıdır.
Önemli olan, yılmadan devam etmek. Bilerek, inanarak ve en önemlisi güvenerek… Çünkü her şeyin sonunda senin için en hayırlı olan neyse, o olur. Yeter ki sabretmeyi, çalışmayı ve güvenmeyi unutma.