Stockholm Günlüğü :"Kuzeyin Sessiz Mavisine Yolculuk"
Stockholm…
Dürüst olayım; dünyada “nereye gitmek istersin?” deseler, aklıma en son gelecek ülke İsveç, şehirde Stokholm 'dü.
İsmini, asırlık bir söylemin içinde ya da on yıl önce yazdığım Stokholm Sendromu yazımda anmıştım; başka da bir bağım yoktu.
Hayat böyle işte…
Baba olunca, bir de seyyah hala, yeğenini gaza getirince, yanına da yeşil pasaportun rahatlığı eklenince, “Hadi, nereye istersen gidelim” dedim Evladı Salihan’ın değerli ferdi Mehmet Yüksel’e.
O da hiç düşünmeden: “Stockholm.”
Başta kem gözle baktım, itiraf edeyim.
“Ne işimiz var orada? Buz gibi, bir yerlerimiz donar. Zaten üşümeye meyilli bedenim hemen hastalanır…” dedim kendimce.
Ama söz ağızdan bir kez çıkmıştı.
Ertesi gün telefonuma düşen bildirim: Biletler alındı.
Artık geri dönüş yoktu.
##
Gamla Stan’ın Taşlarında Zaman Geri Sarılır
Stockholm’a indiğimizde ilk hissettiğim şey, havanın soğuğu değil, şehrin sessizliği oldu.
Sanki kimse kimsenin huzuruna ortak olmak istemiyor; herkes kendi iç sesini dinliyor gibiydi.
Valizleri otele bıraktığımız gibi doğruca Gamla Stan’a, yani “Eski Şehir”e yürüdük.
Dar sokakların taşları asırlık ayak seslerini hâlâ taşıyor.
Her köşe farklı bir hikâye, her bina farklı bir çağdan kalma gibi…
Stortorget Meydanı, rengârenk tarihi evleriyle masal diyarını andırıyor.
Stockholm’un kalbi burada atıyor; soğuk olsa da şehrin sıcaklığı insanın içine işliyor.
Sonra Kraliyet Sarayı…
Avlunun ortasında durup sarayın devasa kapılarına bakınca insan ister istemez geçmişi düşünüyor:
Taçlar, tahtlar, saray entrikaları, İsveç’in sessiz ihtişamı…
Bir Avrupa başkentinden beklediğimden çok daha sade ama aynı zamanda çok daha asil.
Günün sonunda sıcak bir kahve eşliğinde şehrin üzerindeki gün batımını izledik.
Gökyüzü, kuzeyde olmanın bütün hakkını veriyordu: Pembe, mor ve altın tonları.
##
Kraliyet Gemileri ve Baltık’ın Derin Sessizliği
İkinci günün planı belliydi: Vasa Müzesi.
1628’de daha ilk seferine çıkamadan batan, sonra 333 yıl Baltık Denizi’nin soğuk karanlığında uyuyan Vasa Gemisi’ni görmek…
İnsan tarihle böylesine yüz yüze geldiğinde nefesi kesiliyor.
Geminin gövdesine baktım uzun uzun.
Kader bazen insanın değil, koca bir ulusun üzerine kazınıyor.
Vasa da İsveç’in hem gururu hem de dersiydi.
Müzenin ardından Skansen Açık Hava Müzesine geçtik.
Orta Çağ’dan günümüze kadar uzanan İsveç yaşamı, evleri, atölyeleri, sokakları…
Bir ülkenin yalnızca taşlarını ve binalarını değil, ruhunu da sergiliyor.
Akşam üzeri Strandvägen boyunca yürüdük.
Baltık’ın kıyısı sakin, su billur gibi…
Dünyanın karmaşasından uzak, dingin bir nefes gibi Stockholm.
##
Modern Stockholm ve Son Veda
Üçüncü gün, biraz modern Stockholm’a karışma vaktiydi.
ABBA Müzesi, müziğin ne kadar evrensel olduğunu bir kez daha hissettirdi.
Şarkılar, sahneler, kostümler…
İnsanı yılların içinden çekip çıkarıyor.
Sonrasında City Hall (Stadshuset)…
Nobel ödüllerinin verildiği o ihtişamlı salonu görmek, insanı garip bir şekilde motive ediyor.
“Bir fikir dünyayı değiştirir” duygusu orada havasına sinmiş.
Son saatlerimizde şehirde yine kendimizi sokaklara bıraktık.
Wasa’nın ahşap kokusu, Gamla Stan’ın taşları, Baltık’ın rüzgârı…
Hepsi bir Stockholm hafızasına dönüştü.
Dönüş vakti geldiğinde uçakta düşünüyordum:
Başta buraya gelmek istemeyen ben, şimdi içimden “Bir gün tekrar gelmeliyim” diyordu.
Son Söz
Stockholm, uzaktan soğuk görünen ama içine girdikçe içinizi ısıtan bir şehir.
Sessiz ama derin. Sade ama şık.
Üç gün yetmez belki ama bir insanın şehir algısını değiştirmeye yeter.
Bu günlük de bana bunu öğretti:
Bazen hiç gitmeyi düşünmediğiniz şehirler, kalbinizde en çok yer edenler olur.
İyi ki geldik, iyi ki adım attık kuzeyin sükûnetine…
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.