Felaket Yaklaşıyor…
Sevgili okurlarım,
Eğer İstanbul’da yaşıyor ve hâlâ “bize bir şey olmaz” diye düşünüyorsanız, üzülerek söylüyorum ki büyük bir yanılgı içindesiniz. Çünkü İstanbul sadece tarihi güzelliğiyle değil, aynı zamanda yıllardır biriken ihmal ve suskunluklarla da büyük bir yıkıma doğru ilerliyor. Ve bu, artık uzak bir ihtimal değil; bilimsel verilerle desteklenen kaçınılmaz bir gerçek.
Yer bilimciler yıllardır açıkça uyarıyor: İstanbul’da 7.0 ve üzeri bir deprem her an olabilir. Ne zaman olacağını bilmiyoruz ama olacağını biliyoruz. Bu uyarılar kulağımıza geliyor ama içselleştirmiyoruz. Bilim susmuyor, ama biz duymuyoruz. Olası bir depremde on binlerce insanın hayatını kaybedebileceği, yüz binlerce binanın yıkılacağı söyleniyor. Bunlar artık birer “korku senaryosu” değil; rakamlara, ölçümlere, geçmiş tecrübelere dayanan soğuk ve net hesaplamalar.
Ancak buna rağmen neredeyse hiçbir şey yapmıyoruz. İstanbul’un deprem gerçeği karşısında hâlâ bu kadar hazırlıksız oluşumuz, sadece devletin, belediyelerin ya da müteahhitlerin suçu değil. Bu suskunlukta hepimizin payı var. Çünkü biz de gerekeni sormuyor, sorgulamıyor, önlem almıyoruz. Depreme karşı zihinsel olarak bile hazırlıklı değiliz.
İstanbul’daki binaların yaklaşık %70’i 2000 yılı öncesinde inşa edilmiş. O dönemde yapı denetimi zayıftı; mühendislik hizmeti yetersizdi. Çoğu bina sağlam bir zemine değil, sadece umutlara dayanarak yükseltildi. Deprem yönetmelikleri yürürlüğe girmeden önce yapılan binlerce yapı bugün adeta birer tuzak gibi.
Ve biz ne yaptık? Kaçak yapıları affettik. Rant uğruna zayıf zeminlere lüks siteler diktik. Yeşil alanları yok ettik. Üstelik bütün bunlar gözlerimizin önünde oldu. Sessiz kaldık. Oysa susmak, bu ihmale ortak olmaktı.
Ve o gün geldiğinde —ki gelecek— herkes aynı soruyla yüzleşecek: “Bu felaketi bilirken neden hiçbir şey yapmadınız?”
O gün övgüyle desteklediğiniz siyasetçiler yanınızda olmayacak. Betonun içinde kâr peşinde koşan müteahhitler televizyonda görünmeyecek. Sadece siz ve o enkaz kalacaksınız. Çocuğunuzun odası yıkıntının altında kaldığında, o daireyi alırken sormadığınız sorular aklınıza gelecek. Çünkü bina alırken yapı denetim raporunu sormadık. Deprem çantası hazırlamadık. Toplanma alanımızın nerede olduğunu bile öğrenmedik. Oturduğumuz binanın taşıyıcı sistemine dair hiçbir fikrimiz yoktu.
Bu artık cehalet değil. Bu, göz göre göre yapılan bir tercihti.
“Depremle yaşamak” deyimi sık kullanılır. Ama bu, çaresizliğe teslim olmak değil; mücadeleyi öğrenmek anlamına gelir. Japonya’da depremle yaşamayı öğrenmiş bir toplum var. Her birey, çocuk yaştan itibaren bu konuda bilinçleniyor. Metrodan okula, iş yerinden apartmana kadar herkesin bir acil durum senaryosu var.
Bizde ise hâlâ insanlar “toplanma alanı” ne demek, bilmiyor. Kimi zaman apartman toplantılarında deprem riskinden söz eden insanlar “paniğe gerek yok” denilerek susturuluyor. Oysa artık panik değil, planlama zamanı.
Yapmamız gerekenler belli ama erteliyoruz. Binamızın dayanıklılığını kontrol ettirmiyoruz. Ailemizle bir tahliye planı yapmıyoruz. Deprem çantamızı hazırlamıyoruz. Mahallemizin zemin yapısını bilmiyoruz. Çocuklarımıza bu konuda eğitim vermiyoruz. Ve en önemlisi, yaşadığımız şehrin yöneticilerine hesap sormuyoruz.
Sevgili okurlarım, bu yazı bir felaket tellallığı değil. Bu, hepimizin göz göre göre sürüklendiği bir yıkıma karşı yazılmış uyarı niteliğinde bir çağrıdır. Çünkü biz bu filmi daha önce gördük. 1999’da Gölcük’te, 2020’de Elazığ’da, 2023’te Kahramanmaraş’ta… Ve şimdi sırada İstanbul var.
Bu bir varsayım değil, bir zincirin devamı. Deprem doğal bir olaydır. Ama ölümler, ihmalin, suskunluğun ve yanlış tercihlerimizin sonucudur. Eğer bugün hâlâ hiçbir şey yapmıyorsak, bu sadece gelecekte değil, tarihte de bizi suçlu yapar.
Artık farklı bir yol seçmenin zamanı geldi. Şimdi değilse ne zaman?
Çünkü yarın çok geç olabilir. Susmak suça ortak olmaktır.
Sağlıkla kalın…
Sevgi Bora
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.